Üye Bilgileri.

size uygun bölümden devam ediniz.

sitemizdeki online işlemlerden yararlanabilmek için kayıt olup parolanızla giriş yapmanız gerekmektedir.
Daha önce insan kaynakları için bir parola aldıysanız o parolayı kullanabilirsiniz.

Henüz üye değilmisiniz? Yeni kayıt!

Detaylı Arama.

size uygun bölümden devam ediniz.

site içerisindeki tüm içerikte arama yapılmaktadır. birden fazla kelime aratabilirsiniz.


25 50 75 100

Yayınlanma Tarihine Göre
Eklenme Tarihine Göre
Başlığa Göre
Okunma Sayısına Göre

Başlıkta Açıklamada İçerikte

Aynen girildiği gibi
Kelimelerin hepsi
Kelimelerden herhangi biri
ODA ÇALIŞMALAR KENT GÜNDEMI MESLEKI UYGULAMA YAYIN ÜYELER EĞITIMLER
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Eğitimi
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Eğitimi
Metraj-Keşif ve İhale Dosyası Hazırlama Eğitimi
“Mimari Akustik Rapor ve Projesi Neden Gereklidir?” Semineri
D-1 TEMEL BİNA AKUSTİĞİ EĞİTİMİ
Afet Bilinci ve Temel İlk Yardım Eğitimi
D-1 TEMEL BİNA AKUSTİĞİ EĞİTİMİ
5-8 ARALIK 2019 BİLİRKİŞİLİK TEMEL EĞİTİMİ
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Eğitimi
D-1 TEMEL BİNA AKUSTİĞİ EĞİTİMİ KAYITLARIMIZ BAŞLADI
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Eğitimi
Enerji Kimlik Belgesi Eğitimleri (EKB) Çevrim İçi Eğitimleri Başlıyor
“Çalışma Yaşamında Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele” Eğitimi
Bilirkişilik Eğitimi
Ücretli Çalışan ve İşsiz Mimarlar için Sertifikalı Ücretsiz Eğitimler
Keşif, Metraj ve İhale Dosyası Hazırlama Eğitimi IV
Keşif, Metraj ve İhale Dosyası Hazırlama Eğitimi III
Keşif, Metraj ve İhale Dosyası Hazırlama Eğitimi II
Keşif-Metraj İhale Dosyası Hazırlama Teknikleri Eğitimi
Bilirkişilik Temel Eğitimi 2017
Bilirkişilik Temel Eğitimi 2017
2018 Yılı Ankara Şubesi Oda Bilirkişileri Listesi
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Temel Eğitimi
"Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı" Eğitimi
Bilirkişilik Temel Eğitimi
Keşif Metraj Eğitimi
EKB Uzmanı Üyelerimize Önemli Duyuru
Bilirkişiliğe Kabul Şartları
“BEP-TR 2 Oryantasyon” Eğitimi
“BEP-TR 2 Oryantasyon” Eğitimi
Üniversite Oda’ya Geliyor, Kent Akademisi Dersleri Başlıyor
Hukuk Davaları 2016 Yılı Bilirkişilik Listeleri Başvuruları
2016 Yılı Kamulaştırma Bilirkişi Listeleri
Ceza Davaları 2016 Yılı Bilirkişilik Listeleri Başvuruları
Bilirkişilik Başvuruları / Hukuk
Bilirkişilik Başvuruları / Ceza
Kamulaştırma Bilirkişiliği 2017 Listesi Başvuruları Başladı
Bilirkişilik Temel Eğitimi
ONLINE İŞL.

ANKARA ÜZERİNE SENARYOLAR 1

10 Haziran 2004 Tarihinde yapılan sohbet toplantısı bant çözümü

 

KATILANLAR: MEHMET SANER (TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Yönetim Kurulu Üyesi), ORHAN KUNTAY (Gazi Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ), AYSU BAŞKAYA (Gazi Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü), ZEYNEP ULUDAĞ (Gazi Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü), MURAT GÜVENÇ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü), EMRE MADRAN (Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü), METİN AYGÜN (TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Yayın Koordinasyon Komisyonu Üyesi), NURÇİN ÇELİK (Gazi Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü), CANA BİLSEL (Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü), NURAY BAYRAKTAR (Gazi Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü), SEDVAN TEBER (Bilkent Üniversitesi, Kentsel Tasarım Bölümü), DENİZ ALTAY (Bilkent Üniversitesi, Kentsel Tasarım Bölümü), TEZCAN KARAKUŞ CANDAN (TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Yönetim Kurulu Üyesi), AYŞE ERGÜL (TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Yayın Koordinasyon Komisyonu Üyesi), EMEL AKIN (TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Yayın Koordinasyon Komisyonu Üyesi), GÜLNUR ÖZDAĞLAR GÜVENÇ (TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Yayın Sorumlusu)

 

MEHMET SANER- Aslında bu toplantının temel amacı, Bültenin Temmuz-Ağustos 2004 sayısının konusu olan “Ankara Üzerine Senaryolar” konusunu oturup tartışmak. Birkaç aşamalı toplantılar yaparak çeşitli senaryoların; yani gerçekleşmiş, gerçekleşmemiş öne sürülen senaryolar üzerine biraz da kendiliğinden gelişen toplantılar yapalım diye düşündük. Bunun için de sizlere ayrıca teşekkürler, kırmayıp geldiniz.

Haddim olmayarak, kendi bilgimle şunları söyleyebilirim belki: Ankara, başkent olması da dahil olmak üzere sürekli olarak birtakım otoritelerin veya kentlilerin üzerine senaryolar geliştirdiği bir kent. Kimi zaman merkezi otoritenin, yerel yönetimin kendi erklerini somutlaştırmak istedikleri senaryolar olabildiği gibi, kimi zaman da sadece kentlilerin yapmak istediklerine,  kentlerini nasıl görmek istediklerine dair senaryolar da olabiliyor.

Bu toplantıda sadece bir bilgi birikiminin artırılması değil; bizlerin de senaryoları nedir veya oluşturulan senaryolara karşı senaryolar ne olabilir, Ankara nasıl senaryoların mekânı olmuştur, olmalıdır, bunun üzerine bir tartışma yapalım istiyoruz. Umarım laf lafı açacak. İçerik hiçbir şeyle sınırlı değil, ama belki de sadece Ankara’yla sınırlı.

ORHAN KUNTAY- Yani ben kutluyorum, güzel bir hareket. Aslında bu gibi toplantılardan yoksunuz, öyle düşünüyorum.Böyle bir toplantıda “ortak akıl nasıl geliştirilir?” sorusuna cevap bulmalıyız. Yani Ankara üzerine senaryo, proje mi üretelim; yoksa Ankara üzerine neler yaptıysak, onların bir değerlendirmesini mi yapalım? Şu anda bir bitirme ödevi yaptırıyorum, “Ulus’ta 3 bin yataklı otel olur mu?” diye, malum Gökçek’in projesi üzerine. Proje, Ankara'da 3 bin yatak gerekiyor mu bir defa, ona bakıyor; ondan sonra da Ulus’ta olur mu, onu yanıtlayacak.

Melih Gökçek’in yaptığı senaryolar felaket, belki bir de onu vurgulamak var. Yani ben oturup yaptım bir proje, böyle bir proje olacak diye Ankara'ya senaryo üretilecekse, ne mimarlığın önemi var, ne şehirciliğin önemi var. Bu çok acı bir şey, bunun üzerine belki çok vurgulayarak gidilebilir. Bir tarihte, seçimden önce Kızılay Meydanı kazılmıştı ve bu meydanın altına o zamanki belediye başkanı çarşı yapmak istiyordu. Vedat Dalokay da “Ben bu çukuru kapatacağım” diye seçime girdi ve seçimi kazandıktan sonra da çukuru kapattı. Burada çok önemli sorular var; bir, eğer Ankaralılar çukurun yanlış olduğunu düşünüyorlarsa, belediye başkanına niye bu çukuru açıyorsun diye karşı koymadılar? İkincisi, eğer karşı koymak istemiyorlarsa, Vedat Dalokay’ın çukuru kapatmasına neden izin verdiler? Ama burada çok tehlikeli bir durum var; bu belediye başkanı, “Ben 4 tane proje yaptım” diye projelerini sundu ve seçime gitti, seçimi kazandı. Bu durumda bu projelerin bir açıdan oylanmış olduğu anlaşılıyor. Yani “Ben bu projeyi gerçekleştireceğim” diye ortaya çıktığında, bizim bir şey diyecek halimiz yok. Böyle bir durumda da “ben yaptım, oldu” felsefesinin uygun olduğunu iddia ediyor. Dünyada da böyle bir şey yok; yani artık dünyada “ben proje yaptım, oldu” diye bir şey yok, bir projenin artık ortak akılla yapılması gerekiyor.

MEHMET SANER- Aslında belki sorun en baştan, şu anda Ankara üzerine projesini, senaryosunu net bir şekilde ortaya koyan tek bir kişinin olması ve o tek kişinin bir şekilde kendi saltanatını kabul ettirmiş olması.

MURAT GÜVENÇ- Bir-iki şey eklemek istiyorum. Bu durum, sadece Ankara'ya özgü bir durum değil; yani özellikle bu son seçimlerde bir proje demokrasisi, yani bir tür yeni siyaset yapma tarzı oluştu. Kanal A’da ilçelerle ilgili “Seçimin Ardından” diye bir televizyon programı var; belediye başkanlarıyla söyleşiler yapıyorlar, o söyleşilerde de çok benzer bir diskur var. Mesela, Çamlıdere Belediye Başkanı ya da Ayaş Belediye Başkanı daha ağzını açar açmaz projelerden bahsediyor, “şuraya park yapacağız, buraya bir şey ekeceğiz” filan. Bu tabii üzerinde gerçekten durulması gereken bir siyaset yapma tarzı.  Melih Gökçek hep böyle bir hit Belediye Başkanı olarak geliyor, ama Şişli’de de başka bir siyasi partinin adayı var; aslında o da çok benzer bir diskuru sürdürüyor. Demek ki, bu konuyu daha geniş bir çerçevede değerlendirme gereği var; yani bir tür kent ideolojisi yeni baştan oluşturuluyor gibi bir durum var.

MURAT GÜVENÇ- Burada iki-üç tane noktaya değineceğim. Bir tanesi, biz bir durum tespiti yapalım; yani Türkiye'de, yerel yönetim işinde tam nereye geldik, herkesin bununla ilgili söyleyeceği bir tarihi olabilir. Hemen burada 5 dakikada kısaca anlatılacak bir şey değil, ama uzun bir tarih. Herhalde üçlü bir dönemleme yapılabilir. Bir, 1930’lu yıllarda hijyen belediyeciliği diyebileceğim bir şey var; biraz zapturapt belediye zabıtası belediyeciliği. 1970’li yıllara gelindiğinde, bu belediyecilik değişiyor, Halk Partisinin ilk kurduğu yeni belediyecilik, Dalokay’ların zamanında bir daha bir değişiyor. Bu aslında bugün de geçerli olan belediyecilik söylemini bütün partiler için üretiyor; yani bu projecilik, kendi kaynaklarına güvenme, yerel inisiyatifi seferber etme belediyeciliği. 1974’te temelleri atıldı ve bu, darbelere, bütün 80’li yıllara rağmen, Türkiye'de halen hâkim söylem olarak kaldı.

Bugün artık 70’lerin Ankara’sından, Türkiye’sinden çok farklı olmamıza rağmen, hangi parti belediye başkanı olursa olsun, hep projelerini anlatıyor, seçildikten sonra da o projelerini iyi kötü hayata geçirmeye çalışıyor. Fakat ondan sonra onun muhalifleri veya alternatifleri, onlar da kendi projelerini anlatıyorlar . Bunda ilk bakışta bir şey yok, yani “Alternatifiniz nedir, belediye başkanları projelerini anlatmasınlar mı?” denilebilir. Hayır, anlatsınlar, fakat bu projeler bir kentli toplumun vizyonunu, geleceğe yönelik bir senaryoyu, bir tahlili, analizi içermediği zaman, bu proje denilen şey artık fanteziye dönüşüyor, fanteziyle proje arasındaki fark da ortadan kalkabiliyor. Yani herhangi bir kaynağı seferber edip ortaya getiren her şey proje gibi bir şey oluyor. Bunu satabildiğiniz zaman iş yapmış oluyorsunuz, böyle şeyleriniz olmadığı zaman da projeniz olmamış gibi oluyor.

Benim bu noktada proje fikrine, proje anlatmaya bir itirazım yok, ama şu anda geldiğimiz noktanın hastalıklı bir tarafı var; bu bir durum tahliline dayanmıyor, geleceğe ilişkin bir öngörüye dayanmıyor, toplumun bir mutabakatını veya ortakların mutabakatını da yansıtmıyor çoğu kez. Ama belediye başkanının projeleri var, bu projeleri de vizyon oluyor, onlar da bir şekilde yapılıyor. Her yerde de bunun örnekleri var; yani bu sadece A partisinin, B partisinin, C partisini yaptığı bir iş değil. Artık 70’lerin Türkiye’sinden çok uzakta bir yer, Ankara bambaşka bir kent olmuş ve burada böyle bir şey içerisinde yaşıyoruz. Burada sıkıntı, bu kentin içerisinde paylaşılmış bir vizyonu yansıtmıyor bu projeler, yansıtamaz da. Ankara'nın toplumsal topografyasına bakarsanız, Ankara'nın kuzeyiyle güneyi arasında irtibat kopuk, Başka işlerde çalışıyorlar, başka kökenlerden gelmişler, başka kültürleri var, başka eğitim düzeyleri var, birbirleriyle hiçbir alışverişleri yok. Hepinize de sorabilirim, “Keçiören’e ne kadar sık gidiyorsunuz?” diye sorabilirim veya sayalım, son 5 senede kaç kez gittiniz? Nüfusun ve seçmenin yüzde 65’i öbür tarafta oturuyor. Böyle bir kentte o zaman bizim kentli olarak paylaşmadığımız bir şeyin, ortak yaşamımız olmayan bir kitlenin ağırlıklı oyuyla seçilmiş olan bir belediye başkanının vizyonu da böyle projeler üretiyor. Burada acaba kentli olarak nasıl bir kent kuracağız, nasıl bir şey paylaşacağız, paylaşacak mıyız? Yoksa burası federatif bir kent mi olacak; onlar orada, biz burada? Bilmiyorum, senaryolar tartışırken bunlar üzerinde düşünmemiz lazım. Biraz “nasıl bir kentliyiz, Ankaralı kim, bu projeleri kim yapıyor” üzerinden gidelim diye düşünüyorum.

EMRE MADRAN- Ankara Üzerine Senaryolarında “bundan böyle nasıl bir Ankara görmek istiyoruz?” mu üzerinde durulması gereken bir stratejidir yoksa, “elimizde ne vardı, ne yaptık, ileriye neyi taşıyacağız, hatalarımız veya sevaplarımıza dayalı bundan sonraki stratejilerimiz ne olur?” şeklinde mi? Bunlar aslında çok birbirinden ayrılmıyor. O zaman benim mesleksel yaklaşımımdan dolayı bir kere “elimizde ne kaldı?” sorusunun dökümünü veya kısa bir anlatımını yapan ve “onları bundan böyle kent yaşamında nasıl görmek istiyoruz” konusunu gündeme getiren ve belki yozlaşmayı bu bağlamda önlemeyi öngören bir strateji aklıma geliyor. Bu bağlamda Ankara'nın bazı ilkleri var; ilk devlet yönetiminin tasarlanarak oluşturulduğu yer Ankara. İlk diplomatik arter Ankara'da oluşmuş. Biz şimdi onun ucundan yavaş yavaş yemeye başladık, “o büyükelçilikten biraz, şuradan biraz” şeklinde. Mesela ilk Cumhuriyet bankaları doğal olarak Ankara'da oluşmuş; fakat şimdi Cumhuriyet bankaları gidiyor. Sümerbank, biliyorsunuz el değiştirdi, ne olacağı belli değil. Sayıştay el değiştirdi, ne olacağı belli değil. Bunlar kent yaşamında önemli ve hâlâ yaşamlarını sürdürecek tür yapılar. Mesela ilk en yüksek yapı, bildiğim kadarıyla Ankara'da Kızılay’daki yapıdır. Türkiye'de ilk kampus, ODTÜ kampusu Ankara'da kurulmuştur. Ankara'nın böyle birtakım ilkleri var; bu ilkler şu anda ne alemde, biz bunları kentin yaşamında doğru değerlendiriyor muyuz? Doğru değerlendirmiyorsak, nasıl bir stratejiyle, ama bu ilk olmalarından kaynaklanan niteliklerini de unutmadan tekrar yaşamımıza dahil edebiliriz?

ZEYNEP ULUDAĞ- Size çok katılıyorum. Cumhuriyet tarihini en iyi okuyabileceğimiz kent Ankara aslında, bu da bizim için çok ciddi bir değer. Eksik kalan bir şey bu tarih bilincini yaratmak; yani o yüzden hem öğrencileri, hem Ankaralıyı bilinçlendirmek amaçlı birtakım girişimlerle belki herkes daha bilinçli bir şekilde bu işe bakar diye düşünüyorum. Hem Cumhuriyet tarihi açısından, hem bu ilklerin korunması, devamı ve daha farklı anlamların gelecek nesillere taşınması açısından bunların bir şekilde belgelenip, bir şekilde iletilmesi gerekiyor, tartışılması gerekiyor diye düşünüyorum.

AYSU BAŞKAYA- Buraya geldiğimde, başlık çok genel geldi bana, “Ankara Üzerine Senaryolar” diye. Acaba ne konuşulacak? Hepimizin geldiği yerler  çok farklı; hocam “kentsel planlama” diyor, sizler restorasyondasınız, ben restorasyonda başlayıp sonra tasarıma atlamış biriyim.Başlıklar öyle bir takip ediyor ki, sanki “elimizde ne var” kısmı var, bir de bir süreç var, o sürecin sonunda da bir şeyler değişiyor ve bir de yeniler var elimizde. Ankaralı kim, biz neyiz, o iletişimimiz nasıl kuruluyor hali var. Bir de kent o kadar yayılıp gidiyor ki, hani hep tartışılıyor ya, “kaç merkezlidir diye.Birtakım banliyöler türüyor, kentten kent uçlarına giden kısımlar var; yani bir  gücü yetip edip gidebilenler var, bir de gitmek isteyip kalanlar var.

Konuşmanın çerçevesini nasıl kuracağız, ortak dili nasıl yakalayacağız? Bana kalırsa “barınma” başlığında hepimiz tutunabiliriz; kent ölçeğinde de, koruma ölçeğinde de. Mesela koruma ölçeğinde “Kaleiçi’nin yaşatılması” gibi başlıkta. Ama “geçmişten günümüze o süreçte ne hale geldi”, olabilir mi diye bir soruyla geldim kafamda. Çünkü belli bir çerçevede konuşursak, belli bir şeye tutunursak; ama o tutunduğumuz şeye de hepimiz katılabilirsek, herhalde daha faydalı olur gibi geldi.

TEZCAN KARAKUŞ CANDAN- Ben de birkaç şey söylemek istiyorum.

Aslında Ankara'yı diğer yerlerden farklı kılan şey bence başkent olması ama son yıllarda başkent özelliğini yitirmeye başladı. Aslında söylediğiniz her şey bunun altını dolduracak, yani kentli olarak sürece müdahale edişimizden Cumhuriyet döneminin yapılarının korunmamasına kadar ya da bankaların gidişine kadar Ankara başkent kimliğini yitirmeye başladı. Ankara üzerinde senaryo deyince aklıma gelen şeylerden birisi bu. Yani Ankara üzerine başka senaryolar mı kurgulanıyor? Çünkü Ankara, giderek başkent kimliğini yitirmeye başladı ve sıradanlaşmaya başladı. İstanbul'a kaydırılmaya çalışılıyor ya da kurgulama öyle gibi geliyor. Belki bu açıdan da bakılıp tartışılması gereken bir durum; Keçiören’deki seçmen kitlesinin giderek merkezlere ve Ankara'ya hâkim olması, aslında yitirilen başka bir kimliğin sonucu diye düşünüyorum.

MEHMET SANER- Aslında belki bahsettiğiniz o ortak dili yakalamamızı sağlayacak bir şey, Ankara üzerine projeleri bu senaryolar olarak ele almak. Çünkü bir dönem, Emre hocanın bahsettiği gibi, aslında Cumhuriyetin kurucu kadrosunun Ankara üzerine yazdığı senaryolar uygulanmış; ama ondan sonra başka senaryolar gelişiyor, senaryolar bir yerde bazı uygulama alanları haline geliyor, başka biri senaryo üretiyor, bir yandan da bu ilk senaryonun ürünü de başka senaryonun konusu olabiliyor. Mesela bu ilklerin korunmasıyla ilgili senaryo da gelişecek. Yani eğer bir ortak dil yakalamaya çalışıyorsak, belki bu bir anahtar kelime olabilir diye düşünüyorum.

DENİZ ALTAY- Aslında tam olarak neresinden bu ortak dili oluşturmak üzere konuşmaya girebilirim ya da düşüncelerimi aktarabilirim, tam bilemiyorum. Ankara için geliştirilmiş senaryolar ve bunların hayata geçirilmesi gibi daha “planlanmış bir kent” fikrinden biraz uzaklaşıp, acaba aslında o ilkleri kaybederken ya da yaptığımız bütün planları uygularkenki erkin ötesinde, aslında yaşayanların kenti nasıl yönlendirdiği, nasıl götürdüğüyle ilgili ve belki biraz o kuzey-güney ikilemini de ortaya koyabilecek şekilde -ikili yapı, ikili aktör grupları diyebiliriz belki- kenti bu resmi tarihin ötesinde nasıl şekillendirdi, belki onları sorgulamak da kente yaklaşmak üzere bir bakış açısı olabilir diye düşünüyorum.

Belki bütün Ankara'yı kurgularken, baştan elinde olan, kentin elinde bulunun bütün kamu alanlarının yavaş yavaş nasıl elden çıktığı ve aslında birtakım farklı güçlerin yönlendirmesiyle nasıl parçalandığı, yok olduğu gibi bir senaryodan gidebiliriz.

SEDVAN TEBER- Tabii her zaman böyle bir gecikme durumu vardır; yani “ben kimim, ne kadar güçlüyüm; fiziki bir planın parçası mıyım, yoksa biraz daha sosyal durumu da etkileyecek bir pozisyonum, bir konumum var mı?” Onun için hep fiziki kısımda kalmayı da yeğ tutuyorum, sanki biraz daha disiplinin verdiği güçle orada var oluyorum. Yani katılım her zaman iyidir, ne kadar fazlaysa o kadar iyi yere varırız; ama şu konumdaki disiplin, bu Oda, bu örgüt bunu ne kadar yapar, onu bilmiyorum. Emre hocanın söylediği ilkler var, ama şimdi bir de hafif nostalji var ve değerini de çok az kişiler biliyor gibi gözüküyor. Bunun tabii nedenleri de var. Nedir; devletimiz bu global dünyanın içinde zemin kaybediyor, İstanbul güçleniyor. Biz, istediğimiz kadar Cumhuriyet filan desek, şimdi ikinci Cumhuriyetçilerde var. Yani böylesine bir ortamda çok geriye dönük mü bakmalıyız, yoksa Ankara'nın bir başka şeyi var mıydı? Doğrusunu isterseniz, Ankara'nın bana kalırsa bir modernite sorunu var. Tabii İstanbul'da da vardı, ama belki daha az hissediliyordu. Belki İzmir'de de vardı.Devletin gücünü kaybetmesiyle birlikte yani sosyal hayat eskisi kadar güçlü değilse, bu modernitede de biraz geri kalmaya başladı. Bir de sözü edilen kuzey kısımda bu duruma en az katılabilen ama şehrin kaderi üzerinde belediye başkanlarını ve programlarını belirlemeleri konusunda etkili büyük bir kitle geldi. Modernite acaba bu senaryoların içinde Ankara için bir şey olabilir mi? Yani modernitenin üzerinde biraz daha durmak, bir çıkış noktası sağlayabilir mi?

Nedir modernite? Doğrusunu isterseniz, tanımı da biraz kaypak. Ama diyelim ki birtakım kentler var; şimdi adını çok duyduğumuz, dünya çapında bir şey olmaya çalışan birtakım kurumları ve birtakım önemli iddialarıyla. Torino için öyle şeyler söylüyorlar. Bu işin biraz global yönü galiba.

Bir de bir başka türlü bir yöne gidebiliriz belki, biraz daha lokal kalıp.Yani bölgesi içinde daha başka bir konumu olabilir Ankara'nın, İç Anadolu ve çevresi olarak. O yöndeki tavırlarımız farklı olabilir, modernite anlayışımız farklı olabilir, belki dünya ölçeğindeki tavırlar farklıdır. Yani senaryolar böyle değişebilir. Bunlardan hangisi uygun düşer, belki biraz da onun üzerinde düşünebiliriz..

ORHAN KUNTAY- Ankara, ilklerle başlayan bir kent, ilk başkent ve bunu vurgulayan bir tartışma açmak lazım. İkinci tartışma ise, Ankara'nın sosyal yapısındaki -ki, biraz sosyologları ilgilendiriyor gibi geliyor bana- değişimin fiziksel mekâna yansıması.Dalokay, Belediye Başkanı olmadan önce oraya eski belediye başkanı bir çukur kazdı ve bu çukurun kazılmasının temel amacı, halka gelir sağlayacak dükkânlar yapmaktı. Eğer bu çukur gerçekleşseydi, metronun da gerçekleşmesinde büyük sorunlar yaşayacaktık, öyle de bir durum vardı. Dalokay, seçime girerken “ben bu çukuru kapatacağım” dedi ve seçimi kazandı, bu çukuru kapattı. Burada birçok soru var; bir, Ankara'da eğer bu çukurun açılmasını istemiyorlarsa, neden eski belediye başkanına “Yahu, sen bu çukuru nasıl kazarsın” demediler? İkincisi, kapatılmasını istemiyorlarsa, Dalokay’a “Sen bu çukuru niye kapatıyorsun, buraya bir sürü para harcandı” demediler? Şimdi de “Ben burayı yayalara kapatacağım, illa aşağı ineceksiniz” diyor başkan, bunu da bir tez olarak ortaya atıyor. “Böyle bir tezi atabilir mi?” diye bir soru sormak gerekiyor. “Bilbao bu arada çok ilgimi çekiyor, sıfırdan bir kent, para bol, yüzlerce otel, gökdelenler vesaire ve bir kent oluyor, yani nasıl oluyorsa ve buraya da gidiyor insanlar. Bunun tartışılacak bir yanı yok diye düşünüyorum.

Tabii şöyle bir tartışma da bizim atölyelerde yaşanıyor: Mesela öğrenci çıkıyor, “Ulus, çöküntü bir alandır, mahvolmuştur, şöyledir, böyledir” diye başlıyor. Ben de diyorum ki, “Nasıl çöküntü alanı? Ulus, çöküntü alanı değil benim bildiğim, en nadide şeyleri, en bulunmaz şeyleri orada buluyorum. Nasıl çöküntü alanı olur?” Kızılay’da bulamadığım malı orada buluyorsam, burası bir çöküntü alanı değildir. Yani bir Posta Caddesi’ne, bir Konya Sokak’a gittiğimizde inanılmaz şeyler var ve özelleşmiş bir kent merkezi var orada. Kızılay’da o yok, belki Kızılay bu durumunu kaybedecek zamanla; ama Ulus, o özellikleriyle daha da üstün bir şekilde yaşayacak. Bir Çıkrıkçılar Sokağı var, herkes gidip “acaba ne var?” diye bakıyor.

Proje üretme açısından ilginç bir olay daha var karşımızda, bir arkadaşım onun üzerinde duruyor. Şu anda Ankara Şeker Fabrikasının satılması söz konusu. Daha doğrusu satılması değil de, bu arsanın üzerine yatmak söz konusu ve buranın bir kent merkezi olarak planlanması söz konusu. Burası kent merkezi olarak planlandığı takdirde Ankara ne olacak?

SEDVAN TEBER- Sanayi ve Ticaret Bakanı Melih Gökçek’in “Orayı fuar alanı yapayım, bana ver” gibi bir talebi var Sanayi ve Ticaret Bakanından. Onun dışında Haluk beylerin yaptığı yine Şeker’e ait bir plan var; yarı konut, yarı merkez olarak. Ama sizin dediğiniz gibi, kent merkezini oraya çeken şeyi bilmiyorum.

ORHAN KUNTAY- Ulus’taki Rüzgârlı Sokak mensuplarının bir kooperatifi var. Ulus’taki Rüzgârlı Sokak’ı terk edeceklerini sanmıyorum, ama “Biz burada sıkışıp kaldık, orada bir merkez yaratalım” diyorlar. Orada büyükçe bir alan (almışlar mı bilmiyorum), o alan üzerinde bir proje var, yanında da bir kısmını belediyeye bağışlamışlar,

EMRE MADRAN- Ankara üzerine senaryolar deyince bundan sonraki senaryoları akla gelebilir. Yalnız bunları bir yere oturtmak için, bundan önceki senaryoları bilmemiz lazım. Bundan önceki senaryoların kent açısından tek ve yegane kaynağı, belediye başkanlarının seçim bildirgeleridir, “O başkanın Ankara'yı nasıl gördüğünü, Ankara'daki senaryosunun ne olduğunu söyleyen en somut belgeler bunlardır.

Benim aklıma bir zaman dilimi geliyor. 1960, bir başka düzene geçişimizdir; Anayasa, idari biçimlenme, parasal kaynakların kullanımı ve benzeri. Beğenelim, beğenmeyelim, ama bir geçiştir. Acaba 1960 senesinden sonra ortamın daha da bir başka biçime dökülmesinden sonra -bu 1950 de olabilir- belediye başkanlarının Ankara'ya nasıl baktıklarına ilişkin belgelerin bir değerlendirmesi ve bu bağlamda acaba Ankara'ya bakış açılarında bir süreklilik var mıydı; yoksa klasik anlamda “biz bir enkaz devraldık, şimdi artık başka şey yapacağız” gibi, kendilerinden önceki dönemi bir tür inkâr edip, yepyeni bir şeye girmeye yönelip, 4 veya 5 yılda yine bir şey yapamayıp, ondan sonra yine “biz bir enkaz devraldık” diyerek mi gitti Ankara senaryoları? Sanırım bu bir dokümantasyon, yorumlanmayabilir de, dokümante edilir. Başlangıcı 1950 olabilir, çok partili yaşama geçiş. O zamana kadar senaryo olduğunu da sanmıyorum; çünkü belediye başkanları tayinle gelirlermiş, başka türlü söz konusu değil. Ama 50’den sonra seçimle geliniyor olması, onların Ankara senaryolarının ne olduğunu bilmemizi gerektirebilir. Bunlar artık seçilmiş insanlardır. Bunların söylemleri arasında bir süreklilik var mı, yok mu, birbirlerini tamamlamaya mı yöneldiler, büyük projeleri devralıp gitmeye mi yöneldiler -hocamın dediği gibi, Kızılay çukurunu, hepimiz biliriz- yoksa hepsi Ankara'ya başka bir biçimde bakıp, başka bir senaryo üretip onu mu götürmeye çalıştılar? Sanırım ikincisi daha geçerli çıkacak, ama bunu da bir öğrenmemizde fayda var.

Devlet katında bu senaryoyu öğreneceğimiz bir belge hatırlamıyorum. Yani Devlet Planlama Teşkilatının yıllık planları, hayır, bize böyle bir bilgi vermez. İstatistik Enstitüsü, hayır, böyle bir bilgi vermez. Ama en somut aklıma gelen, seçimden önce dağıttıkları manifestolardır ya da belli aralıklarla sundukları çok kapsamda birtakım söylemlerdir. Ben, bunların da derlenip bir resmin ortaya çıkmasını -mevcut senaryolar veya senaryosuzluklar, bilmiyorum- öneririm.

NURAY BAYRAKTAR- Biliyorsunuz, bültenin bir Yayın Kurulu oluşumu var ve Temmuz-Ağustos sayısının teması da “Ankara Üzerine Senaryolar” olarak belirlendi. Bu temanın belirlenmesindeki temel, şöyle bir tartışmadan çıktı aslında: Biz, söylemimizi ve tartışmalarımızı çok fazla, şu andaki mevcutta bize sunulanların üzerinden yapıyoruz. Halbuki, bizim de kendimize dair, Ankara'ya dair çok fazla senaryomuz var; biz de acaba bunları ortaya döküp tartışabilir miyiz, bültende de bu tartışmalar bu anlamda yer alabilir mi? Tema böyle belirlendi, fakat bu tema aslında bir kurgunun parçası. Bu toplantı, mesela buna benzer yapılacak üç toplantının ilki. İkinci toplantı, şu anda tartışılmakta olan yasa taslakları yasallaşırsa, Ankara üzerine neler olacak, ne tür dönüşümler yaşanacak? İkinci etapta bunu tartışmak…üçüncü etapta da daha lokal ölçekte, alternatif projelerimiz ne olabilir? Yani bugünkü toplantı böyle bir kurgunun ilk toplantısı aslında. Bu, şu andaki tartışmayı ne kadar etkiler, bilmiyorum, ama bu konuda açıklamak istedim. Yani buradaki ortamdan beklenen -aslında bu söylenenler son derece önemli ve beklentilerimizle de çok çakışıyor- gerçekten biz nasıl görüyoruz kenti, biz ne söylüyoruz; yani projeler üzerinden mi tartışmalıyız, yoksa senaryolar üzerinden mi? Çünkü o projeler aslında Ankara'ya dair senaryonun pratik işleyişleri. Ben başka bir kentte olsam, 50 metrelik bir heykele belki başka tepki göstereceğim, ama Ankara'da olmaktan dolayı başka bir şeyle bağdaştırarak tepki gösteriyorum. Yani o ilkler, başkent olması, modernite, bunların tümü aslında bir arada, Ankara deyince hepsini bir arada düşünmek gerekiyor. Böyle bir açıklama yapma gereği duydum.

CANA BİLSEL- Geleceğe dönük senaryolar oluşturabilmek için, bugün Ankara nereye doğru gidiyor, onu anlamak önemli diye düşünüyorum. Onun dışında belki biraz kentsel coğrafya yaklaşımıyla Ankara'ya ülke bütünü içinden bakmak çok önemli. Özellikle Türkiye'de liberal ekonomi politikalarının etkin olmasıyla birlikte, yani 80’ler sonrasında çok ciddi bir şekilde Ankara, İstanbul yararına, Ankara'nın zararına bir şekilde ekonomik açıdan geriledi. Bu biraz devletin, ülkenin ekonomisi içerisindeki rolünün azalmasıyla da ilişkili; çünkü Ankara, büyük ölçüde devlet yatırımlarıyla gelişen bir kentti. Bence bunun etkileri giderek nitelikli, eğitimli, entelektüel nüfusun, özellikle genç nüfusun İstanbul'a taşınmasıyla bir çeşit beyin göçü yaşanmaya başladı ve Ankara'nın mekânsal olarak da izlediğimiz niteliksizleşmesinin gerisinde bence bu var.

Hatta şunu da söyleyebiliriz: Ankara, giderek orta Anadolu'nun başkenti olmaya başladı, yani daha çok çevre kentlerden göç alan ve eğitimli nüfusunu da kaybeden bir kent. Ama buna karşılık Ankara bugün ilginç bir şekilde bir üniversite kenti, yani çok sayıda üniversite var, özellikle Batı koridoruna baktığımızda. Bunu Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde çok net görüyoruz. Öğrencilerimizin çok önemli bir bölümü, yarısından fazlası, belki yüzde 70’i Ankara dışından gelen öğrenciler. En az 4 yıllarını Ankara'da geçiriyorlar. Büyük ölçüde kentin merkezini kullananlar da Ankaralı olmayan, ama eğitim süreci içerisindeki öğrenciler. Bunun da önemli olduğunu düşünüyorum. Yani özellikle merkezlere yaklaşırken, önemli bir kullanıcı kitlesi, bir nüfus olarak üniversite öğrencilerini görmemiz gerekiyor. Tabii Cumhuriyetin modernite projesinin başkenti olarak Ankara konusu, yine Ankara'nın niteliğinden, varlık nedeninden ortaya çıkan ve geleceğe dönük bir senaryo olarak bizim için önemli bir temel oluşturan bir konu. Ama buna kamusal alanın sahip çıkması lazım; yani devlet anlamında kamu değil, ama toplum anlamında kamusal alandan söz ediyorum.

Buna yerel yönetim mi sahip çıkacak, yoksa devlet mi sahip çıkacak? Bence her ikisi de değil; çünkü bugün çoğunluğun oylarıyla gelen ve çoğunluk adına kendini kent üzerinde pek de demokratik olmayan uygulamalar yapmaya yetkin gören bir yerel yönetim var. Ona karşılık bir kamusal hareketin, bir sivil hareketin bu anlamda biçimlenmesi önem taşıyor. Ki, bu aynı zamanda kent yaşamını da canlandıracak, insanların aktif olarak kent yaşamına katılmalarını sağlayacak bir konu; ama gidişat bu yönde değil. Sedvan beyin  Mimarlık Dergisi’ndeki yazısında çok iyi işaret ettiği gibi, Ankaralı kentliler, özellikle eğitimli kentliler aslında merkezi boşaltıyorlar, yani mevcut kenti terk ediyorlar. Artan göçle birlikte farklı bir toplumsal yapı giderek hâkim oluyor, ona karşılık rahatsız olan Ankaralılar da, ya daha iyi yaşam koşulları, kültürel fırsatlar, ekonomik fırsatlar için İstanbul'a gidiyorlar ya da Ankara içinde kalıyorlarsa, o zaman yine Batıya doğru taşınıyorlar; yani Batı koridorunda kendilerine biraz da birtakım banliyö özlemleriyle birlikte bir başka yaşam çiziyorlar ve kendilerini oraya hapsediyorlar. Çok sayıda insan biliyorum ki, Kızılay’a artık hiç gelmiyor.

Yani bir şekilde eğer kent bir kamusal alansa ve de ne yazık ki bu tür merkezkaç etkilerle birlikte giderek çözülüyorsa bu kentsel kamusal alan, o zaman bu merkezkaç etkilere karşı durabilecek en önemli güç yine merkezde, yani merkezin çekiminde. O zaman, kentin mevcut merkezlerine yeniden değer kazandıracak birtakım projeler yapılması gerekiyor. “Özellikle de kentin kültürel aktiviteleri giderek yoksullaştığına göre, onları arttıracak birtakım şeyler özellikle de sivil inisiyatifle nasıl gerçekleşebilir” sorusu geliyor akla.

Merkez aynı zamanda yine kamusal alan açısından çok önemli olan kolektif belleğin alanı, yani Cumhuriyetin modernite projesinin alanı. Sanırım Zeynep Uludağ az önce söz etmiş, bu belgeleme çalışmaları, giderek koruma çalışmaları; yani Cumhuriyetin modernite mirasını korumak, biz özellikle mimarlar olarak belki bu anlamda bir sivil hareket başlatabiliriz. DOCOMOMO gibi bir hareket başlıyor örneğin.

Onun ötesinde, bir de tarihi kent Ankara, aynı zamanda Roma’nın Galatia Eyaletinin merkezi olmuş. Çok önemli bir Roma kenti, ama Ankara'da hiçbir zaman bunu hissedemiyorsunuz. Çünkü mesela arkeologlar araştırmalar yapıyorlar, sonra kapatıyorlar ya da Ankara'da bir Roma Tiyatrosu var; Roma Tiyatrosunda proje verdik öğrencilere, bundan 6 yıl önce yine aynı proje verilmiş. 6 yıl içerisinde o Roma Tiyatrosunun taşlarının yok olduğu, mahvolduğu, oranın bir mezbelelik olduğu; yani birtakım değerlerin yitirildiği görülüyor. Acaba yine mimari bir proje olarak Roma kenti Ankara'nın bir senaryo olarak ele alınması ve geliştirilmesi olabilir mi?

NURÇİN ÇELİK- Ben tekrar biraz başa dönmek istiyorum.

Senaryolar başlığıyla geldik aslında hepimiz buraya. Neden Ankara'yla ilgili senaryo üretme ihtiyacı hissedildi, niye böyle bir sorun edindik kendimize? Böyle bir ihtiyaç hissediliyorsa, bu birtakım sorunlara karşılık olabilecek şeyler üretmek durumunda. Demek ki birtakım problemler var; bu problemlerin tespiti mi önemli, yoksa bu problemlerin tespitine ilave olarak çözüm önerileri getirecek senaryolar ve bu senaryoların projelere dönüştürülmesi mi önemli? Başlangıçtan itibaren aslında benim zihnimde yer eden çok önemli cümleler var; birincisi Ankaralı kim? Gerçekten Ankara'da her zaman Ankaralı mı yaşadı? Bu konu bence büyük bir soru işareti. Şu an seçimlerin yüzde 60’ını alan kesim gerçekten Ankaralı mı? Gerçekten “Ankaralıyım” diyen bir grup var mı hakikaten? Aklıma gelen ilk soru bu.

Biraz önce bir söz geçti, “İstanbul güçleniyor, Ankara geride kalıyor.” Bana göre İstanbul hep güçlüydü zaten. Ankara, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yönetimin sahip olduğu erkle, bir anlamda da bir miktar zorlamayla güç haline getirilmeye çalışıldı; ama bu zaten zorlama olduğu için, bugün biz belki bunları yaşıyoruz. Yani aslında kentin kimliğine uygun değildi bu rol. Ankara, Türkiye Cumhuriyetinin Başkenti olduğunda sahip olduğu nüfus gerçekten Ankaralı diyebileceğimiz nüfustu belki; ama Türkiye Cumhuriyetinin Başkenti olmasından itibaren Ankara'nın aldığı göç Ankaralıyı o kadar değiştirdi ki. Şu an ne kadarımız gerçekten kendimizi Ankaralı sayıyoruz ve gerçek anlamda kente ne kadar sahip çıkıyoruz ya da sahip çıkmanın ölçüleri neler, bu konuda neler söyleyebiliriz?

Sosyal yapıda değişim, kuzey-güney arasında hakikaten bir uçurum var; kuzey güneyi, güney kuzeyi çok fazla tanımıyor. Aslında tanıyor, tanımıyor değil; ama tanımıyor olmak daha kolay geliyor, daha rahat geliyor. Ama şu bir gerçek: Hakikaten Ankara olarak, Ankaralı olarak ciddi anlamda birtakım sıkıntılar yaşanıyor. Başlangıçta yapmamız gereken, bu sıkıntıların tespiti mi? Çünkü geleceğe dair birtakım senaryolar üreteceksek, bu senaryolara dair de birtakım projeler söz konusu olacaksa, öncesini çok iyi değerlendirmemiz lazım. Öncesinin içine ilkler giriyor mu, Ankara'nın başkent olması giriyor mu, kent nüfusundaki değişim giriyor mu? Bunların hepsi aslında bizim konu başlıklarımızın arasında ve sanki bu tek bir bültenin konusu olamayacak kadar da geniş bir konu gibi görünüyor bana.

SEDVAN TEBER- Ben de aslında bir sürü şeyi paylaşıyorum, özellikle Cana’nın düşüncelerini. Yani bana kalırsa, kuzeyi, güneyi bir arada tutan bir ortak zemini, mekânı bulamıyoruz ortada. Tanımlı değil zaten; yani işgal edilmemiş bile olsa, tam bir merkez demek zor. Çünkü konutların altında kendiliğinden gelişmiş ya da o yönde planlı bir şey yok, kendi başına oluyor. Onun için o konuda hiçbir tasarruf ve plan olmadığı için, kendiliğinden geliştiği için, kendiliğinden de bozuluyor; çünkü direnci zayıf diye düşünüyorum. Doğrusunu isterseniz, bu bana biraz ütopik geliyor; ama çıkış olur mu, olmaz mı diye düşünüyorum. Bizim bir merkez düşüncemiz var, Kazıkiçi Bostanlarından söz ediyorum.Merkezin şöyle bir avantajı da var: O merkez, bugün için kalabalığın olduğu yerin en uç noktası. Kazıkiçi Bostanları’nın gelişmesi yönünde çabalar sonuçlanmadı. Kimliğini ne değiştirir, ne değiştirmez, bilmiyorum; ama fiziki olarak da yeni denilebilecek büyüklüğü yan yana koyabilirsiniz. Bu alan bir şey olabilir mi? Bu, birbirinden ayrı duran iki kesimin -çünkü burası fiziki olarak para ve merkeze daha yakın, olacak, - bir karşılaşma alanı. Herkes yine kendi kıyısında, köşesinde, kendi lokantasında yiyecek; ama birbirlerine yakın olacaklar. Yani bir şekilde fiziki, görsel ilişki arada bir şey doğurur mu? Doğurabilir, yani bu arada hasmane diyeceğim şekilde bir karşıtlık var; biz oraya gitmiyoruz, onlar buraya gelmiyorlar. Şöyle bir şey hatırlıyorum: Seçimleri ilk Melih Gökçek aldığında, kuzeyin adamları arabalarıyla ta Çankaya’ya kadar çıktılar, kornalarla gösteri yaptılar,hasmane bir orayı fethetme duygusuyla.

Yani böyle ortak bir merkezi alanın oluşturulması acaba bu duygulardan kurtulmamıza, birbirimizi daha fazla tanımamıza yardım eder mi? Bu aslında bir ihtiyaç. Herkes kendi ufak merkezini kuruyor, kendi ufak dünyasını kuruyor. Bu, biraz da o anlamdaki büyük merkezin eksikliğinden oluyor; çünkü bu ölçekte bulduğunu aynen o küçük ölçeğinde de bulabiliyor. Halbuki, bu merkezin onu aşan çeşitliliği ve canlılığı olması lazım.

Ankara'nın tarihi boyunca merkez planlaması hiçbir zaman yapılmamıştır; yani o ufak, geniş, idari köy yapmıştır. Öteki adamın hiç merkez fikri yoktur, diğerleri merkezi koymuştur; ama yönlendirecek hiçbir güçleri yoktur. Hep merkez doğru dürüst bir şey olmaksızın, kendince nerelere kadar dal budak salıyorsa gitmiştir; yani tanımsız, belli bir mekân kurgusu olmayan bir merkezdir. Onun için bir merkez oluşturulması, Orhan hoca söylediği zaman hep düşündüm, “hakikaten olur mu?” diye. Ama Şeker’in bulunduğu yer o kadar gevşek ki

Bir başka avantajı bakımından söylüyorum, bugün için kullanmadığımız bir şey kültür. Çünkü merkezi yalnız ticaretle yapamıyorsunuz, ama orada devletin... CSO’su var, konser salonu, bale salonu, AKM üzerinde oturttuğu bir kültür oluşumu var, yani merkezin oluşmasında o da kullanılabilir.Ama böyle bir senaryoyu tam bilemiyorum; yani bir merkez ihtiyacı üzerine mi kurulmalı, yoksa lokalite de göstermeli midir, onu da bilmiyorum. Bir başka düşüncem daha var; onu sona bırakayım mı, bilmiyorum, benim takıntımdır. Ankara'nın dereleri ve çayları üzerine. Onlar hep kapatılmışlardır. Bana kalırsa, bunları bir şekilde açmanın yolları olabilir. Buna bağlı olarak AOÇ’nin bir kamu açık alanı olarak geliştirilmesi bu derelerle birlikte olabilir; çünkü bizim kentin yanında böyle bir alanımız yok. Bu açık alan da bir toplanma ve karşılaşma mekânı olabilir. Aslına bakarsanız, her bir taraf yeşil gözüküyor, ama mesela ODTÜ, içine adam almaz, parayı verirsen, alıyor.

EMRE MADRAN- Bir şey eklemek istiyorum, biraz daha zenginleştirebilir. Ankara'nın üzerine kurulacak senaryoların bir bölümünün belki Ankara'nın çok katmanlılığını öne çıkartan senaryolar olabileceğini düşünüyorum. Sevgili Bilsel, onun en görkemlisini, Roma’yı söyledi; ama bir Bizans var, ihtimal ki bir Hititvar, tam bilmiyoruz, bugün elimizde maalesef verisi kalmadı. Çok görkemli olmasa bile, iyi-kötü bir taşra Osmanlı’sı var. Bu çok katmanlılığı da birtakım senaryoların üzerine bina edilebileceği bir özellik olarak görüyorum, kültürel katmanlılık olayı. Cumhuriyet bu mirasın üzerine gelmiş, ne yapmış? Çok bir şey yapılmış da, ama ne yapmalı? Belki Ankara'nın kültürel senaryosu da bu çok katmanlılık olayının araştırılması, ortaya çıkartılması, sunulması -sunum da çok önemli- üzerine kurulabilir gibi geliyor. Yani benim çocuklarım ancak benim sayemde Beştepeler’in bir tümülüs olduğu, tümülüsün ne demek olduğunu öğrendiler.

Ankara'da bir çok tümülüsün bulunduğunu hâlâ kimse bilmez ama bir tümülüsler turu tertiplerseniz sevinmez mi? Bilmiyorum, belki meraklısı vardır, niye olmasın? Bir şeylerin bu bağlamda kamuya mal edilmesi, paylaşılması ve belki kültür etkinliklerimizin bir bölümünün içerisinde de araç olarak, bu çok katmanlı dönemlerden elimizde kalabilenleri değerlendirmek olabilir diye düşünüyorum.

MURAT GÜVENÇ- Cana’nın sorduğu sorularla ilgili son zamanlarda bir araştırma yaptık.Bu araştırma, Ankara açısından pek fazla iyi şeyler göstermiyor. Ben, önce bunu anlatayım, şahsen senaryoyu nasıl görüyorum, onu da söyleyeceğim.

Farklı senaryo yazma stilleri olabilir. Birinci alternatif, İngilizlerin söylediği “do nothing”, yani hiçbir şey yapmazsak, böyle bırakırsak, Ankara ne oluyor? 1990-2000 döneminde Ankara'nın ne olduğuna dair bir araştırma bitirdik ve şu anda da yapılmakta olan bir projenin parçası. “Türkiye'nin 90-2000 dönüşümü içerisinde yerlerin istihdam profilleri ne oluyor?” diye bir araştırma. Bu, Ankara açısından son derece önemli ve aydınlatıcı. Burada aşağı yukarı 80 vilayetin 90 yılından 2000 yılına kadarki istihdam profillerini ve onlardaki değişimi dikkate alan bir çalışma yaptık ve bunun da bir tane haritası var; yani “hangi il ne olmuş, nereden nereye gitmiş?” gibi. 80 il, zannediyorum 10 tane kümede toplanabilir. Bunlar içerisinde hatırımda kalanları söyleyeceğim.

Çok büyük sayıda tarımcı iller var, Türkiye'de tarımın istihdam içerisinde ortalaması yüzde 50’ler civarında. Bu tarımcı iller de yüzde 65-70 düzeyindedir. Türkiye'nin alan olarak belki yüzde 70’ini bu iki tarımcı il kümesi oluşturuyor. Bunların arasında bizim bu Anadolu denilen, tarımcılıktan sanayiciliğe geçen iller var; Denizli, Kahramanmaraş, Çorum. Bir, sanayileşmiş iller var; Marmara Bölgesinde bulunan Bursa, Tekirdağ, Kocaeli, İstanbul'un etrafındaki yerler. Sonra üç metropol, “İstanbul, Ankara, İzmir ne yapıyor?” diye baktık. İstanbul, 1990’lı yıllarda böyle bir azman sanayi kentiydi ve bu azman sanayi kentinde bir metropolde olmasını beklediğimiz pek çok şey yoktu; ama 90-2000 döneminde İstanbul bu açığını müthiş bir hızla kapatıyor, yani büyük bir hinterlandın merkezi haline geliyor. Sanayi, istihdam artıyor; servislerde, kurum hizmetlerinde gelişiyor. Yani orası bir dünya kenti, bir global kent oluyor.

İzmir'de aynı yönde bir dönüşüm yaşanıyor; yani İstanbul ve İzmir’in projektörleri farklı yerlerden başlasalar da, birbirine benziyor. Fakat Ankara, olmayacak bir şekilde kan kaybediyor; yani kendi sanayisini kaybediyor. Belki bazı sektörlerde, elektronik gibi, ASELSAN’ın varlığıyla çok çok sofistike yerlerde bir miktar gelişimi olabilir; ama sanayi açısından önemini kaybediyor. İkincisi, servislerini kaybediyor; yani kurum hizmetlerini. Sanayi gitti, servisler de gitti, metropolün yapacak hiçbir şeyi kalmadı. 10 yıllık dönem içinde Ankara'da kamu istihdamının devasa şekilde arttığını görüyoruz. Ankara'ya en benzeyen yer neresi, biliyor musunuz, Türkiye genelinde? Yüzdeleri düşünürseniz, Ankara'nın en yakın komşusu Şırnak, Hakkari ve Tunceli gibi yerler. Buralarda tarım da çökmüş ve sadece devletin zaptiyeleri var; orayı tutan.

Yani hiçbir şey yapmazsanız; Ankara'nın geldiği nokta, devlet istihdamından başka hiçbir istihdam yaratmayan, herkesin devlet istihdamı üzerinden yaşadığı ve bir metropol olmaktan uzaklaşmakta olan bir konum.

Bu durum saptaması belki Cana hanımın söylediği durumun vahametini destekliyor. Evet, Ankara'da üniversite öğrencileri var, Ankara'da çok sayıda üniversite var. İstanbul'da bir araştırma yaptım; İstanbul'da hangi iş kollarında kimler çalışıyor? diye, İstanbul'un çeşitli iş kollarında köken araştırması. Mesela, İstanbul'un inşaat müteahhitleri Karadeniz’den geliyor, inşaat ameleleri Bayburt’tan geliyor. Ama İstanbul'un bütün üretim servislerine; onu global kent yapan sektörlere, finansman, bankacılık, sigortacılık sektörlerine baktığın zaman, ekseriyetle Ankaralılar var. Yani Ankara, İstanbul'a gri malzeme ihraç ediyor. Burada yetiştiriyor, oraya isdihdam ediyor. Ankara'nın yüzde 70 mektep talebesi alması çok önemli, ama yeterli değil. Sen, onun kaç tanesini Ankara'da tutuyorsun? Yani bir bayram tatilinde Ankara garında insanlar Ankara'dan dışarıya çıkmak için bulunuyor… Ankara, durulası bir yer değil, gidilesi bir yer.

TEZCAN KARAKUŞ CANDAN- Ama meseleye hükümetin ya da devletin koyduğu siyasi senaryolar olarak da bakılabileceğine inanıyorum.

MURAT GÜVENÇ- Bir fotoğraf çekmeye çalıştım ben; 90 sonrasında globalleşme sürecine girdikten sonra ülke mekânının şekillenmesinde buraya gelinmiş. Şöyle bir şey: Böyle bir senaryo yapmak demek, “ ben şuraya yazıyorum kardeşim, önümüzdeki matematik sınavından çakacağım. Bak, göreceksin!” türünde bir kehanette bulunmak. Hiçbir şey yapmazsan, tabii o senaryonun da, o akıbetin kendi tezahürüne çanak tutmuş olursun. Benim söylemek istediğim şey, böyle bir durum, siz de söylediniz, bir durum tespiti. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Bunun kent mekânına nasıl yansıdığı meselesine de gelebiliriz; ama şu anda geldiğimiz nokta çok vahim bir nokta. Hiçbir şey yapılmazsa, burada gündeme bir müdahale yapmazsak, benim söylediğim gibi, bu süreç yavaş yavaş erozyonla kendini tezahür ettirecek.

Ankara’da“Güney” dediğimiz yer, Türkiye’nin gelişmiş yörelerinde doğmuş anne-babaların bölgesidir.

Bu kent için bizim gelecek kurmamız bakımından,burayı insanların yaşamaktan gurur duydukları, gitmek için değil de kalmak için seçtikleri bir kent yapmak gerekir. Ama bunun fiziksel boyutu elbette var. Yeni merkezler yaparsak, açılan her yeni alışveriş merkezinin o merkez fikrini erozyona uğrattığını düşünüyorum. Harcanacak para sabittir. Söylemek istediğim, merkezin diğer işlevlerini göz ardı etmeyelim, ama mesela, Kazıkiçi Bostanı projesine bir itirazım yok, ama ucuna konulan Migros Center o merkezin yapılabilirliğini acaba ne kadar erozyona uğratmıştır sorusu bence önemlidir.

ORHAN KUNTAY- İç Anadolu’ya baktığımızda Kayseri, Konya, Eskişehir üçlü bir gelişme gösteriyor, fakat onun üstünde Ankara büyük farklılık gösteriyor; özellikle askeri sanayi açısından, hastaneler açısından ileri bir kent, bir de üniversiteler açısından ileri bir kent. Kayseri, Konya, Eskişehir içerisinde onlara göre oldukça farklı bir görünümde. Birden bire dramatik hale geldi; yani Ankara o kadar da çok kötü değil. Şu anda durumunu koruyor, ama İzmir karşısında durumu kötü.

SEDVAN TEBER- Ben Migros’u merkezin bir parçası olarak görmüyorum. Ama biz doğru dürüst bir şey kurmadığımız zaman insanlar merkeze en yakın bulduğu yeri Armada olsun, diğerleri olsun kullanıyor ve bununla aynen dediğim gibi insanları birbirinden uzak yerleştiriyor  Onun için belki merkez tanımının ne olduğunu konuşmamız lazım. Çünkü merkez dediğimiz zaman kadınların aklına alışverişten başka bir şey gelmiyor türünden bir tesbit yaptığını sezdim.

Bir de bunlar konusunda hep kötümserim, her zaman öyleyim. Askerle ayakta duran Aselsan belli ki 10 sene sonra ileride bir fırsat bulurlarsa İstanbul civarında bir yere kaçacaklar.

ORHAN KUNTAY- Sayın hocam, bir nokta var: Ben sizin jürinizdeyim, yani merkezin jürisindeyim. Şunun üzerinde durduk:  Şurada bir yeri ya Sabancı’ya ya Koç’a verelim. Yani burada öyle bir yer ayarlayalım ki, burası motor görevi yapsın. O zaman onu gerçekleştirebilseydik… Dediği gibi oraya Migros’u koysaydık, o zaman çok farklı bir durum olurdu. Şimdi etrafı yollarla çevrilmiş bir Migros var, daha kötü ve etrafına etki yapamıyor.

Merkez konusu çok tartışmalı bir konu. Onun üzerinde biz de çalışıyoruz, herkes çalışıyor ve yani birkaç konuda toplayalım fikirlerimizi diye düşünüyorum. Birinci olarak merkez konusu tartışması var.

SEDVAN TEBER-  Doğrusu ben bu aşamada bunu soyut olarak ele alıyorum. Yani lokalite açısından değil, ama bir merkez eksikliğimiz var diye düşünüyorum.

ORHAN KUNTAY - Yani Kızılay’ın önemini kaybetmeye başladığı bir durumla karşı karşıyıyız; triko imalathaneleri başını almış yürümüş vaziyette ve bir sorun olarak karşımızda.

CANA BİLSEL - Deminden beri ekonomik aktivite düzeyinde merkez tartışılıyor, ama bunun bir altbaşlığı da bu tip merkezlerde kamusal mekânların iyileştirilmesi ve kentsel yaşamın bu merkezlerde canlandırılması olabilir.

ORHAN KUNTAY - Örneğin sendikalar, merkezlerde olmalıdır. Sendikalar gitmiş, parti merkezleri gitmiş, yani kamusal hareketlilik tümüyle Kızılay’dan ayağını çekmiş vaziyette. Bir tane sendika var ve gösteri yapıyorlar. Demek ki bir terslik var. Merkezi terk etmişler ve bunu artık geri döndürmek mümkün değil. Sendikalar, partiler kent merkezini terk ettiler.

CANA BİLSEL - Merkezi oluşturan çok önemli birtakım kullanımlar, birtakım kullanıcılar merkezi terk ediyor; o zaman mevcut merkezler ne olacak? Deminden beri Ankara ne olacak diyoruz ya, o zaman mevcut merkezler bir çöküntü alanı haline mi gelecek? Gelmemesi için nasıl bir senaryo üretmeliyiz; bu çok önemli bence. Daha çok kültürel aktivitelerin yer aldığı bir şehir mi olur, gastronomik şeylerin yer aldığı bir şehir mi olur, yoksa şu anda olmakta olduğu gibi bir çeşit depolama alanına mı dönüşür?

ORHAN KUNTAY - Yanında birçok sorunu da yanında getiriyor. İşte ulaşım sistemini iyi kurmazsanız insanlar gelip-gidemiyor, yollarda vakit kaybediyor. Bir konu daha var, o da vadiler meselesi. Yani kaybettiğimiz vadiler var, bir tanesini yıktılar, ağaçlarını kestiler, Papazın Bağı gibi, İncesu var, İmrahor Vadi’si var.

SEDVAN TEBER- Ben buraya gelmeden evvel bir baktım, İncesu hâlâ iyi ya da kötü ortaya çıkabilir,Papazın Bağı hâlâ kurtarılabilir.

SEDVAN TEBER-  Yeşil alanların hepsi bir senaryoda birbiriyle ilintilendirilmelidir bir şekilde. Vadiler meselesi diye bir başlık atalım.

CANA BİLSEL - Bir de çok katmanlı kent, çok tarihi katmanlı kent. Toplantının başında çok net ifade edildiği gibi Ankara’da yalıtılmış iki farklı grubun yaşamakta oluşu sorunu var. Bu belki sosyal bir sorun olarak ifade ediliyor, ama mekâna da çok ciddi yansımaları var. Bir miktar acaba onun üzerinden de düşünebilir miyiz? Gecekondu dönüşümü konusuna da biraz yoğunlaşabilir miyiz? Kısa zamanımız kaldı, ama çok önemli diye düşünüyorum.

DENİZ ALTAY- Aslında sadece gecekondulaşma değil Ankara’da köyler ve onların dönüşümü. Demetevler belki başlı başına kaçak yapılaşma diye daha genel bir çerçevede, bence onu sosyal yapı ya da farklı taraflar, aktörler diye de tanımlayabiliriz. İlla bir sosyoloğun olması değil, belki bizlerin görüş açısından konulu ele almamız gerekir diye düşünüyorum.  Yani niteliksiz bir dönüşüm olarak önemsiyorum. İmar düzeni diye eleştirdiğimiz şey çok daha kötü biçimde oluşan bu alanlarda gerçekleşiyor. Sanki farklı modellerimiz yokmuş gibi.

ORHAN KUNTAY - Mesela, Ankara’da beni en çok rahatsız eden şeylerden biri, eskiden beri pek anlamadığım bir yağ lekesi gibi büyüme olgusu. Bu tekrar bütüncül hale getirilebilir mi, ulaşım burada bir araç olur mu, olmaz mı, bilmiyorum, ama herkesin bir kıyısı köşesi var, herkes oradan dışarı gitmiyor, çıkmıyor. Böyle yan yana yaşadığımız biraz daha bütünleşik bir durum olabilir mi. Ankaralılık, kuzey-güney durumunu kırmak adına bir senaryo olabilir mi diye düşünüyorum.  Mesela, merkez bunun bir parçasıdır, değildir, onu tam bilmiyorum, ama ulaşım burada en kolay bir araç gibi gözüküyor bana.

Gecekonduların belki eskiden içine girip çıkmıyorduk, ama içine girmeyi düşündüğümüz alanlarken bu sefer ne zaman gecekondu sorununu ele alsak, hemen orayı çeviriyoruz, kuleleri dikiyoruz ve bildiğimiz tek çözüm de bu gibi gözüküyor.

CANA BİLSEL - Çok kötü bir dönüşüm olmakta gecekondu alanlarında. Çok olumlu birtakım deneyler yapılmış olmasına rağmen o deneylerden bir şey öğrenilmemiş durumda. Yani örneğin bir Dikmen Vadisi Projesi’ni bir model olarak, mekânsal olarak, mimari olarak, sonuç olarak, ekolojik bakımdan tartışabiliriz, ama en azından bir kentsel tasarım modeli olarak son derece önemli bir deneydi.

Tamamlanmamış olmakla beraber ikinci olarak Portakal Çiçeği Vadisi var.  Daha küçük ölçekli bir-iki deneyim dışında bugün sanki bütün o deneylerden bir şeyler kazanılmamış, bir şeyler öğrenilmemiş gibi belediyeler -büyük ölçüde ilçe belediyeleri galiba, - tamamen basmakalıp yöntemlerle, yani imar planı yapmak yöntemiyle alanları  düzenli parsellere bölüyorlar. O organik yaşam çevresi ortadan kalkıyor, onun yerine topoğrafyayla alakası olmayan bir cetvel ve gönyeyle bölünmüş bir durum ortaya çıkıyor

ve de son derece kötü, vasat bir çevre oluşuyor ve kent bu şekilde büyüyor. Bu bizim belki geleneksel kentleşme biçimimiz haline gelmiş durumda. Belki gecekondu alanları oldukları gibi kalsalar, alternatif yaşam çevreleri olacaklar, ama o da olamıyor ekonomik birtakım baskılarla. Çünkü bu alanların üzerinde çok ciddi bir rant var.

Bir de siyasi erkin Başkent olarak Ankara üzerinde bu anlamda projeleri var. Yani çok büyük projeleri var bir vizyon olarak. Örneğin, protokol yolu üzerindeki gecekonduların dönüşümü üzerine projeleri var. Ama onun mekânsal kalitesinin ne olacağı konusu bizi, mimarlar olarak çok ilgilendirmeli diye düşünüyorum.

Bir de son olarak söyleyeceğim, bu alanlardaki soysal dönüşüm. Sonuçta belki mülk sahibi oluyorlar, apartman dairesi sahibi oluyorlar o eski gecekondulular, ama bakıyoruz ki gecekonduları terk ediyorlar ve kentin daha uzak yerlerine yerleşiyorlar, yani yine bir şekilde segregasyon, sosyal ayrışma oluşuyor.  Bir de tabii bu gecekondu alanlarında kiracı olarak varolan yoksul insanların durumu var. Onlar giderek kentin dışına daha fazla itiliyorlar. Yani ekonomik süreçler, serbest pazar süreçleri büyük ölçüde belirliyor bunları.

ORHAN KUNTAY- Bu senaryo aslında konut sorunu senaryosudur. Türkiye’de konut sorunu var, ama mesela biraz önce Murat Güvenç bilgi verdi, Ankara’da şu anda 400 bin konut fazlası var.

Bir zamanlar, gençliğimizde diyelim, konuta yatırıma karşı çıkan bir gruptuk mimarlar olarak. “Konut bir tüketim malıdır, üretime yönelik şeyler yapalım” diye bir sloganımız vardı ve konut yatırımına karşıydık, yani konuta yatırımın teşvik edilmesine karşıydık. Halen de ben o görüşü benimseyenlerdenim.

Tabii bu farklı bir tartışma, sadece gecekondunun dönüşümü meselesi değil, burada sorun çok daha üst düzeylerde bir tartışmayı gerektiriyor. Türkiye’de ikinci konut çılgınlığı diye bir başlık atmamız gerekiyor. “Konuta yatırım teşvik edilmeli mi?” gibi bir başlık atıp buna dur demek lazım gibi düşünüyorum. Yani artık yeter bu israf demek gerekiyor.

Şu anda şöyle bir durum var: Bankalar düşük faizli krediyle bunu pompalamaya çalışıyorlar. Türk Konut reklam yapıyor, “5000 konutu var.

CANA BİLSEL - Hocam, aslında bu sorun, sizin söylediğiniz anlamda bir yanıyla öyle, ama konut sorununa Ankara üzerinden, bugünkü toplantı üzerinden bakarsam çok daha farklı algılıyorum. Ankara’ya bir baktığımda bu yalıtılmış yaşamların bir araya gelmeleri gibi bir senaryo kurgulanabilir diye düşünüyorum.  Onu biraz önce Sedvan hocam “ulaşımla mı, merkezle mi yaparız” biçiminde söyledi, ama ben bu sorunu çok ciddi buluyorum, çok önemsiyorum ve bizim bugün buradaki tartışmamızın özü de doğrudan buna yaslanıyor diye düşünüyorum. Okulda öğrencilere proje çalışması yaptırırken 3. sınıf öğrencileri Ulus’a ilk kez gidiyorlar. Böyle bir gerçek var ve bu yalıtılmışlık ileride Ankara ne olur’u da sorguladığımda çok ciddi bir tehlike demeyeyim, çok ciddi bir sorun olarak karşıma çıkıyor. O zaman hakikaten bu üst başlıktaki senaryoları bir miktar buna da dahil kılmak gerekiyor diye düşünüyorum. Yani bu yalıtılmış yaşamlar bir araya gelmeli mi? Gelmezse ne olur, nereye gider? Yani gerçeklik olarak nereye gider? Bunlar önemli diye düşünüyorum.

AYSU BAŞKAYA Kuzeyliler, güneyliler deniliyor, peki güneyliler kimler? Çankaya, Gaziosmanpaşa, Birlik Mahallesi, Oran; ama gitsin bakalım ondan öteye; gidemiyor ki, orada bitti olay.  Benim bir endişem, burada tabii ekonomik düzeyi belli bir noktanın üzerinde olan insanlar yaşıyorlar ve bu insanlardan çoğu diyebileceğimiz bir grubun konutu el değiştiriyor. Yani en azından ev değiştirme olayı sadece güneyde var gibi geliyor bana. Çünkü yaptığımız çalışmalarda Ermayan, Çayyolu, Batıkent bölgesinde yoğunlaşıyoruz. Çayyolu tarafında yaşayanlar daha çok güneyden geliyor, Keçiören gibi yerlerden de Batıkent’e gelenler oluyor. Eryaman profili daha bir başka, oralarda öğrenciler ağırlıkta oluyor daha uzakta olduğu için.

Bu profile baktığımızda endişeleniyorum. Bir gün gelecek belki güneyli kavramı yok olacak. Çünkü kentin o yönde gelişimi bitmiş, yani kent hızla el değiştiriyor.

Bir de “yerel yönetim mi, devlet mi sahip çıkacak” konusu dile getirildi.  Aslında bu olaya hiçbiri sahip çıkmıyor ve bunu hepimiz biliyoruz herhalde. Herkes bir sonraki seçimi garanti etmek adına bir şeyler yapıyor, biz de onlardan, yaptıklarından pay almaya çalışıyoruz. Yani bugün hakikaten yapılanlardan bazılarını takdir ediyorum. Eryaman’da hiç işe yaramaz su birikintisi muhteşem bir park haline geliveriyor. 70 günde büyük, sorunlu bir kavşak çözülüveriyor ve bunlardan alabildiğimiz kadar pay almaya çalışıyoruz. Yani hiç o partinin destekcisi olmadığımız halde, inanın otobüste giderken çok duydum, “Ben AK Partiden değilim, ama buraya hizmetler geldiği için ona oy vereceğim, adama bravo” diyenler var. Biz de bunu yapıyoruz.

Bizim bu senaryoda ne yapmamız gerekir? Çok nitelikli insanlar bir araya geliyorlar, sonuçta nasıl bir katkı sağlayacağız? Mimarlar Odası olarak Türkiye’de gücümüz az, ama buna katkıda bulunan kişiler olarak ne yapabiliriz? Bu kente ne kadar sahip çıkıyoruz mekânın kullanıcıları olarak. Hiç sahip çıkabildiğimizi zannetmiyorum. Sendikalar bunlar için bir araç olabilirdi, ama hakikaten sendikalar da daraldı, küçüldü ve bu alanı terk ettiler. İnternet diye bir şey var artık ve onun organizasyonunun kurulmasına imkân tanınabilir mi? Şehirciler, tasarımcılar olarak bu liderliği üstlenebilir miyiz biz?

Yani güney diye bir şey belki bir gün kalmayacak ve ben bu iki kesimin bir arada olabileceğine inanmıyorum, çünkü ekonomik olarak farlılık sorun değil aslında. Sorun bu insanların farklı sosyal katmanlarda olmaları ve bu insanları siz, aynı parkın içinde dahi buluşturamazsınız. Hatırlarsınız, Gençlik Parkı belli bir kesim tarafından terk edildi ve ben inat için gidiyorum; çünkü o kesimin eline geçmesini de istemiyorum.

AYSU BAŞKAYA Yani o katılım hep birlikte yapmalıyız, böyle bir dengesizlik olmasına izin vermemiz gerekir. Sosyal katmanlar var ve bu kabul edilmesi gereken bir gerçek.

CANA BİLSEL - Nasıl bir kabul mesela; ben merak ediyorum?

AYSU BAŞKAYA  Mesela, bugün Eryaman’da yeni açılan Göksu Park’a gittiğinizde her şey çok mükemmel, yavaş yavaş ilerliyorsunuz böyle battaniye, branda gibi bir şeyler görünüyor. Piknik dediğiniz zaman illa ki mangal yakılacak, yayılacaklar battaniyelerle filan. Yani o kültürle aynı alanı paylaşmanız mümkün değil, orası onların şu anda.

CANA BİLSEL - Şöyle bir şey akla gelmiyor mu  o zaman? Diyorsun ki, güneyli kesim de kalmayacak.

AYSU BAŞKAYA - Şunun için söylüyorum: Kent orada bitmiş ve hızla oralar ticari bir şekilde hep el değiştiriyor. Yani o alanların ticari dönüşümü çok hızlı. Kuzeyde, Keçiören’de filan o hızlılığı göremiyorsunuz, ama mesela Cinnah Caddesinin apartmanların üst katları bir gün gelecek yok olacak,yani kent o tarafa doğru gidemiyor artık, orada tıkanmışlık var.

CANA BİLSEL - Anlıyorum da, artık mekânların birlikte kullanılmaması gibi bir yaklaşım kenti nereye götürür?

AYSU BAŞKAYA - Aynı şekilde Dikmen Vadisi’ne bakın, bu alanlarda yaşadım ben ve kasıtlı olarak, kullanıcısı kimdir diye gidiyorum. Çünkü benim çalışmalarım kullanıcıyla ilgili olduğu için ve ben de sosyal bilimlerle ilgilendiğim için söylüyorum. Gidin Dikmen Vadisi’ne, orayı kullanan karma iki sınıf var. Bakın, orada biz becerebiliyoruz bunu. Birincisi yakındaki blokların kapıcıları, ikincisi bizler. Daha bir eğitimli sosyal sınıf, orada yürüyüş yapan, jogging yapan bir kesim var. Ama yakın civardan yürüyerek gelenler var veya belediyenin oraya servisleri var. İnanın bilmeyiz o servislerin nereden ve nasıl kalktığını, onlar çok güzel binip geliyorlar, semaverlerini getirip akşamüzeri çay içenler oluyor orada. Dikmen’de bu ikisi var, ama ben başka parklarda bu ikiliyi göremiyorum.  İnsanın bünyesinde olan bir şeydir bu, önce yadırgarsınız, sonra göz göre göre alışır ve alışacağız herhalde bu tür karşılaşmalara, bu tür sürprizlere.

TEZCAN KARAKUŞ CANDAN- Ben, kentin kent olabilmesi için bu tür sosyal ayrışmaların bir kere tamamen ortadan kalmış olması gerektiğini düşünüyorum. Yani  çünkü kentte yaşayan bir topluluk var ve siz de onlara “kuzeyli” diyorsunuz, nüfusun yüzde 65-70’ini oluşturuyor. Bir topluluk ise yüzde 30’unu oluşturuyor ve süreç içerisinde bu yüzde 65’in sürekli olarak bu yüzde 30 üzerinde baskısı çoğalıyor ve daralıyor, “kent kalmayacak, güneyli kalmayacak” deniliyor. O zaman bunun kent özelliği kalmıyor. Biz bir şeyleri paylaşır durumda olmak durumundayız bu kentte yaşayan herkesle. Yani gelir durumundaki adaletsizliği çözemiyorsak, bu yüzde 65’ler giderek artacak ve bizim beğenilerimizle, kente bakışımızla, fiziksel mekânlardaki talebimiz ve isteyişimizle onların istekleri arasında hep bir uçurum olacak. Dolayısıyla bu kenti kent yapabilmek için, biraz önce de söylenildiği gibi merkez denilen yerlerde onlarla ortaklaşabiliyor olmamız, bulaşabiliyor olmamız gerekiyor ve buna yönelik aktiviteler neyse bunları bulmamız gerekiyor. Eğer biz bunları bulamazsak, yani şimdi güneydeyiz, sonra batıya doğru gideceğiz, Türkiye’yi ele aldığınızda belki İzmir’e kadar gideceğiz. Yerel seçim sonuçlarıyla ilgili haritayı düşünürsek deniz kenarlarına doğru gitmişiz ve bir süre sonra da denize düşeceğiz gibi geliyor. Yani nereye gideceğiz? Yani biz bu insanlarla bir şekilde yaşamasını ve bir kent olmasını öğrenmek durumundayız diye düşünüyorum.

AYSU BAŞKAYA- Murat hocamın söylediği gibi güneyden gelenler daha çok büyük kentlerden eğitimli ailelerin insanları, ama bakın mesela kuzeye, küçük köylerden gelen insanlar.

TEZCAN KARAKUŞ CANDAN - Ben de onu söylüyorum, ekonomik durum, altyapı belirliyor onun kültürünü de.

METİN AYGÜN- Ben şöyle bir şey söyleyeyim:  Kentlerin doğuşu, yaşayışı ve ölüşü süreçleri vardır.

Yani Ankara için bu kadar ağıt yakıldığına göre ölecekse de ölecek yani, ne var bunda? Acaba kemoterapi gibi birtakım yöntemlerle Ankara’yı kurtarabilir miyiz umudunda gördüm efkârıumumiyeyi. Toplumsal değişimi ne tür dinamikler yönlendirir?  “Ankara’nın çöküşünü acaba hangi sosyal dinamiklerle ya da siyasal dinamiklerle etkileyebiliriz?” sorusu başlı başına bir sorun şüphesiz. Ama tabii öyle anlaşılıyor ki,  tarih akışına devam ediyor. Nasıl Ümit Burnu dolaşıldığı zaman İpekyolu yok olduysa, demek ki bir şeyler de yok olacak. Çok fazla derinine inmek istemiyorum, şu kültür köprüsü meselesi çok hoşuma gitti. Sosyal demokratların öyle bir ütopyası vardı, ha babam köprüyle, Mamak Köprüsüyle böyle zıplamaya çalıştılar, ama demek ki o işler zıplamayla filan olmuyor.  Toplumsal süreçler kendi doğal mecralarında dış dinamiklerin de şüphesiz etkisiyle, kapitalizmin gelişme sürecine paralel olarak kendi süreçlerini yaşıyorlar. Ancak tabii bu süreçler içerisinde senin söylediğin gibi bakalım ne olacak yaklaşımını da getirmiyor şüphesiz. En azından anlama açısından çaba sarf etmek gerekiyor.

NURAY BAYRAKTAR- Çok keyifli bir toplantıydı. Kendi adıma herkese çok teşekkür ediyorum. Belki kabul görürse bir toplantı ve benzer bir tartışma daha olabilir. Ya da buradaki katılımcıların  kendi açılarından katkıları ne olur’un cevabı anlamında yazılı metinler bize gelebilir. Bu metinler bültende de yer alabilir.

Bir de şöyle bir şey var: Bundan sonraki bültenlerin tümünde Ankara zaten bir üst başlık olarak yer alacak. Dolayısıyla hocam, bu yazılar 15 gün içinde gelemezse bir sonraki sayıda da yer alabilir, böyle bir usul de yapabiliriz. Yani 15 gün içinde gelirse tabii çok mutlu oluruz; onu söyleyelim. Metin’in önerdiği üst başlıklar şimdi gelişen bir durum, ben de onu formüle etmeye çalışıyorum. Yani o yazılar yine bizde toplanır, ama bir sonraki bültende bunun devamı anlamında yine içerikle yayınlanabilir ya da başka bir yayına dönüşmesi belki tartışılabilir. Bilmiyorum şu anda, ama böyle bir düzene de ihtiyaç var. Burada Metin’in ifade etmediği bir sürü başlık da tartışıldı, herkes kendi açısından konuyu nasıl ele alıyorsa, bu konuda katkılarını bize iletirse bültenlerde mutlaka değerlendireceğiz.

ORHAN KUNTAY- Ben de kapanış olarak hepinize teşekkür ediyorum. Doğrusu bu toplantıların yapılması gerekiyor. Yani proje üretmenin, yahut da vizyon üretmenin yolu bu tür toplantılardır; yani bu tür toplantılarda ancak fikirlerimizi karşılıklı olarak geliştirebiliriz. Hocam bir şey söylüyor, ben ona bir şey söylüyorum, karşılıklı fikir geliştiriyoruz. Bunu iyi organize etmenin yollarını bulmamız gerekiyor.

 

Okunma Sayisi : 6199
Adres : Konur Sokak 4/3 06420 Yenişehir / Ankara • E-posta : info@mimarlarodasiankara.org
Telefon : 0 312 4178665 • Faks : 0 312 4171804 • GSM Santral : 0 533 4777967
Son Güncelleme : 28.03.2024 - 09:42:48
Şu an 1 kişi online | Hukuki Şartlar ve Gizlilik Hakları